//-->

ders-konulari

KRAL HAMMURABİ ve BABİL GÜNLÜĞÜ

KRAL HAMMURABİ ve BABİL GÜNLÜĞÜ // Horst Klengel

HAMMURABİ YASALARI


19. yüzyılın son on yılında bir dizi tablet bilimin dikkatini üzerine çekmiştir. Bunlar, Ninova’nın, yani Asur İmparatorluğu’nun gücünün doruğuna ulaştığı dönemde onun başkenti olan kentin çok zengin tablet kütüphanesinden çıkmaydı. Bu kütüphane Babilli Hammurabi yönetiminden en az Binyıl daha sonra derlenmişti ve tabletler arasında daha eskiden kalan ya da bunların kopya edildiği pek çok tablet bulunuyordu. Söz konusu metinlerin Hammurabi dönemine dek dayandığı anlaşılıyordu, çünkü bir çoğu yasalardan söz ediyordu. Yani Hammurabi döneminde bir dizi yasa çıkarıldığı varsayılabilirdi. Kısa süre sonra bunun kesin kanıtı da bulundu.

1901’in Aralık ayıyla, 1902’nin Ocak ayı arasında J. de Morgan yönetiminde Sus’da çalışan Fransız arkeologlar, zamanında Elam devletinin yönetildiği bu kentin akropolünde, diyoritten üç büyük kaya blok buldular. Bunlar -Hammurabi'nin dikme taşı- konik biçimde sivrilen ve 2,5 metrelik bir yüksekliğe ulaşan bir dikme taş halinde birleşiyordu. Ön yüzünde bir kabartma vardır ve uzun bir giysiye bürünmüş, başında tası andıran bir takke taşıyan bir adam sağ kolunu saygı dolu bir hitapla kaldırmıştır. Saygısı, dört boynuzlu bir taçla yüce konumda olduğu sezdirilen, tahtında oturan bir tanrıya yöneliktir.

Tanrının omuzlarında güneş ışınları yükselmektedir. Tanrının omuzlarından güneş ışınları yükselmektedir. Bunlar -tanrının Marduk’la özdeşleştirilmesi tümüyle olasılık dışı kalmasa da- tanrı Şamaş’ın canlandırıldığına işaret etmektedir. O güneş ve -güneş herşeyi ışığına çıkardığı için- adalet tanrısıydı. Sağ kolunu uzatmıştır ve anlaşılan iki noktaya işaret etmektedir: Yüzük ve değnekle, hükümdarlığın ve egemenliğin işaretlerine. Dikme taşın geri kalan bölümü çepeçevre bir yazıtla kaplanmıştır. Arkaik işaretleri kendi aralarında, her defasında düşey bir çizgiyle birbirinden ayrılmış ve sola doğru giden satırlar halinde düzenlenmiştir -öncelikle resmi anıtlarda kullanılan bir yazma biçimi, buna karşılık günlük uygulamada soldan sağa yatay satırlar halinde yazılıyordu.

 

Bu yazıt, kazının filoloğu V.Scheil’a dikme taşın Babilli Hammurabi’ye ait olduğunu görme ve metinde bu kralın yasalarını farketme olanağı verdi. Böylece kabartmadaki adamın kimliği de kesinleşmişti: Bu, tanrısı tarafından güç belirtileriyle donatılan Hammurabi’dir. Bugün British Museum’da bulunan başka bir kabartmadakine benzer biçimde, Hammurabi burada uzun bir sakal ve etli bir burunla, tümüyle kendi bireyselliğinden pek bir şey ele vermeyen, normal Babil tipine uygun olarak görülmektedir. Belki, yalnızca 15 santimetre yüksekliğinde olan ve Sus’da, hemen dikme taşın yanında bulunan siyah granitten bir erkek başı, yaşlı bir kralın daha portremsi bir kopyasını sunmaktadır: Burada da geleneksel yuvarlak takke bulunmaktadır, ancak takkenin altında ince dudakları, ağır gözkapakları ve kırışık cildiyle yaşlı bir adamın yüzü görülmektedir. Bir kralı -bunun Hammurabi olup olmadığını bilmiyoruz- tanrısının elinden tutmuş durumda gösteren bir kabartmada olduğu gibi.

Hammurabi’nin dikme taşı ve küçük erkek başı bugün Paris’de, Louvre’dadır. Aslında bunu Hammurabi’den yaklaşık altı yüzyıl sonra yaşamış olan bir adama borçluyuz. Çünkü M.Ö. 1150 civarında Babilonya’ya yönelik çok sayıdaki Elam yağmasından biri sırasında Hammurabi’nin dikme taşını Sus’a sürükleyip götüren büyük olasılıkla Elam Kralı Şutruk-Nahunte’ydi. Kuşkusuz bu hareket dikme taşa duyulan ilgiden değil, aynı zamanda düşmanı büyüsel bir biçimde zayıflatma umuduyla yapılmıştı: Dikme taşla birlikte, Babil’in Hammurabi döneminde yaşamış olduğu gönenç ve egemenlik de Elam’a getirilecekti. Ve kuşkusuz Elam kralı bu yolla saygınlığını pekiştirmek istiyordu, üç Binyıl sonra başkentinde yeniden bulunan başka Babil anıtları da onun başarılarını ilan edeceklerdi: Akad kralları Maniştuşu ve Naram-Sin’in iki anıtı, yine 1188’den 1174’e dek Babil’de krallık etmiş olan Meşipak’ın anıtı. Üç anıttaki her bir yazıt, hakkedilmiş metinlerle donatılmıştır; Elam kralı buralara kendi zaferiyle yazıtını yerleştirilmiştir. Bundan Şutruk-Nahunte’nin bu anıtları Kuzey Babilonya kenti Sippar’dan Sus’a getirdiği anlaşılmaktadır. Hammurabi’nin dikme taşında da böyle bir “kazınmış” yer bulunmaktadır, ancak sonra, bilemediğimiz nedenlerden dolayı Elam kralının bir yazıtı işlenmemiştir. Bu durumda dikme taşı bu kralın getirdiği tümüyle kesin değildir ve zamanında nereye dikilmiş olduğu da karanlıkta kalmaktadır. Ancak bu dikme taşın, Hammurabi’nin oldukça bağlı olduğu ve son yıllarında yerleşim yeri olarak tercih ettiği Sippar’da olması mümkündür.

Metin, Hammurabi’nin hükümdarlık zamanında öylesine önemli görümüyordu ki, başka birçok dikme taşa da kazındı. Yalnızca Sus’da iki ya da hatta üç dikme taşa ait taş parçaları çıkarıldı. Binyıldan çok daha fazla bir süre boyunca yasalardan bölümler tabletlere kopya edildi, “yasa kitabı” okullarda işlendi ve böylece kuşaktan kuşağa aktarılarak bilinçlerde kaldı. Bu kopyalar yaklaşık yedi sütunun silinmesiyle oluşan boşluğun en azından kısmen yeniden doldurulmasını ve Sus dikme taşının metninin büyük ölçüde onarılmasını sağladı. Dikme taş yazıtının edebiyat anıtı olarak da geç dönemlere dek yankı uyandırdığını, öncelikle yasaların öndeyişinden yapılan kopyalar belgelemektedir.

Bizzat çiviyazısı metinde böyle bir bölümlemeye gidilmemiş ise de, bugün bu yasalar 282 “madde”ye ayrılmaktadır. Yazıtın ilk yayımcısı V. Scheil, “Eğer” ile başlayan bölümlerden yola çıkarak, yazıtı maddelere ayırmaya gitmiştir. Başka kaynaktan parçalar biraz daha faklı yazılmış maddeleri olası kılmaktadır, ancak biz klasikleşmiş sayıma bağlı kalacağız.

Bilimde, Hammurabi dikme taşı bağlamında tartışılmış olan birçok sorundan, -bunlar üzerindeki tartışma bugün de hâlâ tamamlanmamıştır- burada önce, yalnızca tarihlendirme sorununa değinilecektir. Genel olarak dikme taş metninin yazılmasının daha sonraki dönemde değil, bizzat Babilli Hammurabi’nin hükümdarlık zamanında gerçekleştiği kabul edilmektedir. Ancak burada uzun saltanatın hangi yıllarının söz konusu olduğu belli değildir: Belge tabletlerinde görmeye alışık olduğumuz gibi, dikme taşın üzerinde tarih bulunmamaktadır. Bu durumda ancak içerikle ilgili belirli ipuçlarına dayanarak taşın yapıldığı tarihe ilişkin yargılara ulaşma olanağı vardır. Bu konuda öncelikle Hammurabi’nin yasaların öndeşiyinde sayılan askeri başarıları yararlı olmaktadır ve herhalde bunlar kralın geç yönetim yıllarına işaret etmektedir. Yıl formüllerinde ise 2. Yıl için Hammurabi’nin ülkede adalet sağladığı haberi yer almaktadır; ancak bu tarih kuşkusuz çok erkendir ve kesinlikle yalnızca tahta çıkıştan sonraki, artık gelenekselleşmiş “toplumsal önlemler” ilanına ilişkindir. İlke olarak, yeni kralın tahta çıkışının adı 1. Yıla verildiğinden, iktidara geçişin hemen ardından olanları tarih formüllerine kaydetme şıkkı 2. Yıla kalmaktadır. 22. Yıl “Hammurabi’nin adaletin kralı olarak portresi” istemini taşımaktadır, ancak bu kaydın Sus dikme taşında bulunan kabartmayla ilişkili olduğu kuşkuludur, yasaların girişinde sözü edilen fetihler nedeniyle, genel olarak dikme taşın yapımı ancak 38. hükümdarlık yıllından sonraki zamanın, hatta belki de Hammurabi’nin 40. yılının düşünülebileceği görüşü egemendir. Ancak böyle bir yapıt üzerinde uzun yıllar boyunca çalışılmış olduğu da hesaba katılmalıdır. Bunu, Sus dikme taşından birkaç yıl daha eski olan bir metindeki bir öndeyişin parçaları da vurgulamaktadır. Dikme taşın kabartmasının daha eski örneklerinin -örneğin Hammurabi’yi “adaletin kralı” olarak gösteren, günümüze kalmamış o portre- olması da olasılık dışı değildir. Yasaların dikme taşa ancak Hammurabi iktidarının sonlarına doğru kaydedildiğini belirten başka incelemeler de vardır, bunlara daha sonra dönülecektir.


KRAL HAMMURABİ ve BABİL GÜNLÜĞÜ
Horst KLENGEL
Çeviren; Nesrin ORAL
Telos Yayıncılık
Aralık 2001, 1. Basım, Sf. 190-208

Öndeyiş ve Sonsöz
Dikme taşın metni açık bir biçimde üç büyük bölüme ayrılmaktadır; başlangıçta öndeyiş, sonra asıl yasalar, sonunda da sonsöz. Yasal düzenlemelerin başında bir öndeyiş koymak Hammurabi’nin yaptığı bir yenilik değildi; daha Ur-Nammu ve Lipit-İştar gibi eski Mezopotamyalı “yasakoyucular”ın da böyle girişler yazdıkları bildirilmiştir. Ancak Hammurabi’de ki bu 303 satırlık öndeyiş, o dönem yapılanların sayılmasıyla tarihçi için önemli bir kaynağa dönüşen, kapsamlı ve etkili bir edebi yaratı biçimini almıştır. Bununla birlikte, burada, yasa metninin koşulları ve amacı ortaya konduğundan, öndeyiş, bunu izleyen yasa bölümü ve sonsöz ile bağlaşık bir bütün olarak algılanmalıdır. Öndeyiş, salt dikme taşın yazıyla donatılması nedeniyle eklenmiş, bağımsız bir yapıt değildir.

Bu yasalar, metnin hiçbir yerinde tanrısal vahyin bir sonucu olarak gösterilmeyip, Hammurabi’nin buyruğuyla kaydedildiklerini açıkça bildirilse de, sonuçta yine de övgüyle tanrılara bağlanmaktadır. Çünkü başlangıçta vurgulandığı gibi, Hammurabi’yi “ülkede adaleti görünür kılmak, soysuzlukları ve kötülükleri yok etmek, güçsüzün hakkını güçlünün gasp etmesini önlemek, kara başlılar üstüne güneş gibi doğmak ve ülkeyi aydınlatmak” üzere hükümdarlıkla görevlendiren ve onu zamanının kralları arasında en güçlüsü kılan bu tanrılardı. Yasalar bu iktidarla görevlendirmenin bir sonucuydu, dünyevi adaletti.

Öndeyişte kralın, tanrılara büyük saygıyla tapan bir kişi, savaş kahramanı ve ülkenin velinimeti olarak yaptıklarına ilişkin geniş bilgiler verilmektedir. Metin bu sırada, ülkenin Hammurabi’den iyilik gören en önemli kent ve tapınaklarını saymaktadır. Bu arada başka yerlerin fethi ya da yıkılması değil, olumlu yan -fetihlerin sonrasında yapılan iyilik- ön plana çıkarılmaktadır. Nihayet yasalara geçilmektedir: “Büyük tanrılar huzurunda saygılı, alçakgönüllü, Sumula’El’in torunu, Sin-Mubal-Lit’in güçlü mirasçısı, krallığın sonsuz tohumu, güçlü kral, Sümer ve Akad ülkesi üzerine ışık doğduran Babil’in güneşi, dört dünya kıyısına sözünü dinleten kral, İştar’ın gözdesiyim ben. Marduk, insanların hukuk düzenini sağlamak üzere ülkenin başına beni getirdiğinde, ülkede hukuk ve adaleti ben sağladım, insanlar hoşnut olsun diye. O zaman (şunları yazıya döktüm): Bu öndeyişi tek tek yasalar izlemektedir.

Girişte alıntı yapılmış olan sonsöz, aynı biçimde, ilk örneklerini daha eski Mezopotamya edebiyatında bulmaktadır. Ancak Hammurabi’nin saray ozanları onu da -çünkü öndeyiş ve sonsöz ona dayanıyor olmalıdır- bir edebiyat yapıtına dönüştürmüşlerdir. Sonsöz yasal düzenlemelerin hemen ardından gelmektedir ve bunlar “yetenekli kral Hammurabi’nin belirlemiş olduğu ve onun aracılığıyla ülkede dürüst yönetimin ve iyi gidişatın sağlamış olduğu adalet kararları” olarak tanımlanmaktadır. Kral ülkesindeki haklarından yoksun bırakılmışlara, güçsüzlere, dul ve yetimlere adalet dağıtma amacını yerine getirmektedir; bunu, bu adaleti yaşama geçirmek için ayrıntılı emirler izlemektedir: “Bir davayla karşı karşıya kalan haklarından yoksun adam, adaletin kralı olarak resmimin huzuruna çıksın; sonra yazıtımı okusun ve yetkin sözlerime kulak versin. Anıt taşım davasını aydınlatsın, adil yargı görsün, yüreği ferahlasın.” Hammurabi sözünü, özellikle Babil tahtındaki ardıllarına yöneltmektedir: “Ülkede bulunacak olan kral, krallık günlerinin sonuna kadar, sonsuza dek dikme taşıma yazmış olduğum adalet sözlerini sürdürsün. Ülkeye getirmiş olduğum hukuku, ülkeye ilişkin vermiş olduğum kararları bir yana atmasın, kayıtlarımı horlamasın. Eğer bu adam temkinliyse ve ülkesini adil yönetebiliyorsa, dikme taşıma yazmış olduğum sözlerime kulak versin. Tutum ve yolu, ülkeye getirmiş olduğum hukuku, ülkeye ilişkin vermiş olduğum kararları ona bu dikme taş göstersin.”

Bu yasalara uyan hükümdar -ancak yalnızca kısacık bir tümcede- kutsanırken, ardından sonsözün uzunca bir bölümü, bu yasaları çiğneyeni lanetlemeye ayrılmıştır. Çeşitli tanrılara, yasaları çiğneyen bu kişiyi yetki ve olanakları elverdiğince cezalandırmaları için yakarılmaktadır. Tanrıların babası Anu, yasaları çiğneyecek olan aşağılık kraldan hükümdarlık onurunu almaya çağırılmaktadır; yazgı belirleyici Enlil, “onun evinin çöküşüne neden olacak bastırılması olanaksız karışıklık, umutsuzluk çıkarılmalıdır! Ona yazgı olarak dert dolu bir krallık dönemi, yoksulluk günleri, kıtlık yılları, ışıksız karanlıklar vermeli, onu göz nurundan yoksun bırakmalıdır!” Enlil’in karısı, ulu ana Ninlil, tanrı eşidini ülkenin başına yıkım ve çöküş vermesi için etkilemelidir. Bilge Ea “onun duygu ve aklını almalı, onu unutulmaya mahkûm etmeli, nehirlerini kaynağında tıkamalı, toprağında ekmeğin yapılmasına, insan yaşamının doğmasına izin vermemelidir!” Güneş ve Adalet Tanrısı Şamaş, onun krallığını yıkmalı, “yukarıda yaşayanları elinden çekip almalı, aşağıda toprağın içinde ölü ruhunu suya hasret bırakmalıdır!” Ay Tanrısı Sin, onun hükümdarlığının günlerini, aylarını ve yıllarını sıkıntı ve inilti içinde geçirmesini sağlamalı, “ona yazgı olarak ölümle pençeleşen bir yaşam vermelidir!” Gök Tanrısı Adad aşırı yağmurlarıyla ülkeyi sel sularının basmasını sağlamalıdır ve tanrısal savaşçı Zababa, “savaş meydanında onun silahını parçalamalı, gündüzünü geceye çevirmeli ve düşmanının onu çiğnemesini sağlamalıdır!” Ölüler diyarı tanrısı Nergal “sazlıktaki kudurmuş ateş gibi, adamlarını kavurmalı! Güçlü silahıyla onu yarmalı, organlarını toprak bir resim gibi paramparça etmeli!” Tanrıça Nintu bu adamın mirasçılarını elimden almalı ve Anu ile sağlık tanrıçasının kızı Ninkarrak, onun “bedeninde ağır bir hastalık, onmaz bir dert, asla iyileşmeyecek, hiçbir hekimin bilmediği, öldürücü bir ısırık gibi, giderilmesi olanaksız, azgın bir yara çıkarmalıdır; ta ki yaşamı sönsün, erkeklik gücünü yitirdiği için sızlansın dursun!”

 

 

Geçerli Bir Hukuk Mu?

“Yasa Kitabı” Geçerli Bir Hukuk Mu?
Metinde, dikme taşın sözlerine aldırmayan ya da bunların anlamını çarpıtana savrulan gazap dolu, korkunç lanetler yer almaktadır. Belki de Hammurabi’yi yardımları için Babil tanrılar alemini kattığı ve savurduğu lanetli sözleri bu denli ayrıntılı biçimde yazdırmaya yönelten, özellikle de emirlerini ve adalet istemlerini kabul ettirmekti, dilini belirleyen ise yargıçlık yaparken edindiği olumsuz deneyimlerdi. Yine de şimdiye dek bu yasaların yargılamada gerçekten belirleyici bir rol oynadıklarını, bunlara başvurulduğunu ve dayanıldığını gösteren hemen hiçbir işaret saptanmamıştır. Acaba ilgili kantıları bulamamamızın nedeni, -başka alanlarda bol olan- geleceğe bırakılan kalıtların kıtlığı mıdır? Yoksa, yasalarda belirlenen şeyler, zaten özel bir vurgulamayı gerektirmeyecek kadar doğal geçerliliği olan bir hukuk, bir dûstur mu sayılıyordu? Belge materyalinde bulunan aykırılıklar, söylediğimizin tersinin de doğru olabileceğini göstermektedir. Yoksa, metnin yazılmasından birkaç yıl sonra gerçekleşen Hammurabi’nin ölümü mü emirlerinin uygulamada yerleşmesine engel olmuştu? Bu sorulara güvenilir bir yanıt bulmak güçtür ve bilimsel tartışmada çeşitli görüşler savunulmaktadır. Bu tartışmalarda var olan iki uç nokta, yasaların ya günlük hayatta doğal olarak uygulandığını ya da uygulamaya etkisi olmayan kuramsal bir yapıt olduğunu öne sürmektedir. Belki de birçok kez olduğu gibi, burada da çözüm ortadadır.

Hammurabi yasaları sıklıkla bir “yasa kitabı” olarak tanımlanmıştır. Bu isimlendirme zamanla yerleşmiş olsa da, tümüyle doğru değildir. Çünkü Hammurabi yasaları “hukuksal olmayan” bölümlerinde, öndeyiş ve sonsözde, bu izlenimi yaratsalar da, ülkenin tüm hukukunu derlemeyi amaçlamamaktadır. Pek çok belge ve mektubun oldukça inandırıcı biçimde gösterdiği gibi, toplumsal ve hukuksal uygulama yasalarda yansıtıldığından çok daha kapsamlıydı. Yasalarda, Hammurabi yönetiminin sonlarına doğru güncelleşen ve hukuksal açıdan açıklama ve değişiklik gerektiren bir dizi önemli -özellikle de toprak ağası ve egemen olarak kralın bakış açısından anlamlı- sorun ele alınmıştır. Bu yüzden, bu yasalarda Eski Babil dönemindeki yaşamın bazı ilginç yönleri “yoktur”, tam olarak yasalara yansıtılmamıştır. Kapsamlı bir tablo elde etmek için, zengin çağdaş belge materyalini de devreye sokmak gerekli olacaktır.

Dikme taş dışında “maddeler” halinde bir düzenlemenin bulunmadığına ve ancak hep tekrarlanan “Eğer (olay izliyor), bu durumda (ceza belirlemesi izliyor)” biçimindeki formülleştirmenin bir gruplandırma olanağı verdiğine daha önce değinilmişti. Buna ek olarak, birbiriyle ilintili bir dizi sorun ardı ardına tartışılmaktadır. Yine de yasaları bir “sistem”e bağlamak güçtür ve herhalde Hammurabi yasalarına, onları sistemleştirme amacıyla eğilirken aşırı ölçüde çağdaş bakış açısından hareket edilmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla metin, etkin hukukçular tarafından, onların deneyimlerine de dayanarak, krallık kaleminin emirlerine uygun biçimde düzenlenmiştir. Hukukun uygulanmasına karşı işlenen suçların başta bulunması ve ardından dikkati taşınmazlara -ve bunlar da kaynağını krallık iyeliğinden alanlardır- yöneltmeden önce, iyelik ve bunun korunmasına ilişkin sorunların ele alınması herhalde rastlantı değildir. Bunu ticaret ve para işlerine ilişkin belirlemeler izlemektedir; aile hukukuna ilişkin sorunlar, birini yaralama ve bunların kovuşturulması, belirli meslek grupları açısından düzenlemeler, fiyatlar ve ücretler ve nihayet köle hukuku da aynı biçimde yasalara girmiştir. İçeriksel bağlantı noktaları, her defasında tek tek blokları birbiriyle birleştirmektedir, ancak buradan daha başka sonuçlar çıkarmaya kalkmak aşırı ölçüde kurgusal alana yönelmek olacaktır. Biz, aşağıda, Babil yaşamının tek tek alanları üstünde, yasalarda birbiri ardınca ele alındığı biçimiyle duracağız.

 

Yalancı Tanıklık
Bir davanın en önemli bölümleri, suçlama, kanıtlama ve yargı, ilk beş maddenin konusudur. Yargıçlar bir kişinin şikayetini kabul ettiklerinde, dava açılıyordu. Ancak herhalde ilgili taraflar kimi hukuksal sorunu kendi aralarında da bir sonuca bağlamışlardır ve mahkeme de tüm davaları kabul etmekten ya da kendisini yetkili olarak önermekten kaçınmış olmalıdır. Ama yalan yere suçlama, davacı açısından kötü sonuçlar doğuruyordu: Kanıtlanamayan cinayet suçlamasında davacı öldürülmeliydi (Madde 1) ve büyücülük suçlamasında, suçlanan, bir “nehir sınavı”ndan geçmek zorundaydı: “Eğer biri bir diğerini büyücülükle suçlar, ancak bunu kanıtlayamazsa, büyücülükle suçlanan taraf nehir tanrısına gider ve nehir tanrısının bağrına dalar. Ve eğer nehir tanrısı onu yakalarsa, o zaman suçlayan kişi, suçladığı kişinin evini (yani servetini) alır. Ancak, eğer nehir tanrısı bu adamı kuşkudan arındırır ve o sağ kalırsa, onu büyücülükle suçlayanın evini alır” (Madde 2). Büyülü güçler ancak bir “tanrısal yargı”yla kanıtlanabiliyordu ve anlaşılan “suçlanan” da o zaman aynı biçimde ölüm cezasına çarptırılıyordu.

Bir kanıtlama aracı olarak bu “nehir sınavı”na o dönemin başka metinlerinde de değinilmektedir. Örneğin Fırat kıyısındaki Kargamış kentinde oturan kral Yatar-Ami, Mari kralı Zimri-Lim’e, nehir sınavından geçirilmek üzere kendisine iki adam gönderdiğini yazıyordu. Bunlar siyasal komploculukla suçlanmaktadır; bu arada onlara bu suçu yükleyen kişi Kargamış’ta cezaevinde tutuluyordu. Suçlananlar tanrısal sınavı başarırlar ve böylece tanrılar yargıyla suçsuzlukları “kanıtlanır”sa, jurnalci yakılarak öldürülme cezasıyla karşı karşıyaydı. Ancak suçlananlar yaşamlarını yitirirlerse, yani tanrısal sınavda boğulurlarsa, bunların “ev ve adamları”, kendilerini komploculukla suçlayana devredilecekti. Pratik olarak burada da kısas ilkesinin uygulanması söz konusuydu: Suçlayan, eğer suçlananın suçu kanıtlanamazsa, onunla aynı cezaya çarptırılacaktı. Bir mektup, bir tanıdığın kayınpederinin Eşnunna’dan dönerken nehir sınavından geçmek zorunda kaldığını bildirmektedir. Adam sağ salim sudan çıkmış ve bunun üzerine saray tarafından suçsuz ilan edilmişti. Anlaşıldığı kadarıyla suçlananların bağlı bir durumda suya atıldığı bu sınavı Elam’da da uygulanmaktaydı.

3. ve 4. Maddeye; “Soydaşına karşı yalancı tanıklık yapmamalısın” biçiminde bir başlık konulabilir. Eğer biri mahkeme huzuruna tanık olarak çıkar ve yalan söylerse -ya da yalnızca tanıklığını kanıtlayamazsa-, bu kişi söz konusu davaya göre, bir cezayla karşı karşıya kalabilirdi. Ağır cezalı suçlarda yalancı tanık öldürülüyordu; suçta arpa ya da gümüş söz konusuysa, ilgili cezayı ödemek zorundaydı. Eğer bir hak söz konusuysa “kanıt”, mühürlü bir belgenin gösterilmesiyle gerçekleşiyordu. Bunun dışında, genellikle tanıklar ya da ant içme kanıt sayılıyordu. Dava belgelerinde ve diğer hukuk metinlerinde tanıkların ismi çoğunlukla tabletin sonunda, tarihten önce belirtilmektedir. Tanıklar, çoğu kez tablet üzerinde silindir mühürlerini de çeviriyorlardı ve böyle bir mühürleri yoksa, bir tırnak izi ya da giysi kenarının bastırılması da aynı işi görüyordu.

Nihayet, yargıçların yargılanması ve alacakları cezadan da söz edilmektedir ve bu, görev aldıkları davalarda genellikle sonradan -herhalde bir rüşvetten sonra- yargılarını değiştiren yargıçları kapsamaktadır (5. Madde): “Eğer bir yargıç görüştüğü bir davayı sonuçlandırmış, bir karara varmış ve mühürlü bir belge hazırlatmış, ancak sonradan kararını değiştirmişse, bu durumda bu yargıç, karar değişikliğinin haklılığını kanıtlamak zorundadır. Aksi halde o, bu davada söz konusu olan ceza miktarının on iki katını ödeyecektir. Ayrıca o, kuruldaki yargıçlık görevinden alınacak ve bir daha bu göreve geri dönmeyecek, mahkemede yargıçlarla birlikte oturmayacaktır.”

Bu yasalar, çok sayıdaki davada ortaya çıkmış bütün olasılıkları kapsamamaktadır. Ancak, özellikle son zamanlarda artmış olan ve bu nedenle de özel bir çözüm gerektiren davalar söz konusudur. Daha önce “bireyselleşme” olarak nitelenen süreç, anlaşılan mahkemeler tarafından sonuçlandırılan hukuksal işlemlerde bir artışa yol açmıştır ve haksız suçlama, yalancı tanıklık ve rüşvet davaları da bununla birlikte, aynı biçimde çoğalmış olmalıdır. Eski Babil döneminden günümüze pek çok dava belgesi kalmıştır ve göze çarpacak ölçüde sık rastlanan dava konusu, toprak ve ev iyeliğidir. Davalar çoğu kez de miras sorunları ile ilgilidir. Mahkeme önündeki ifadeleri içeren bir dizi tutanak da elimize geçmiştir.

 

Mala Karşı İşlenen Suçlar
Hammurabi’nin iyelik ve varlığın dokunulmazlığına -aslında çiviyazısı kaynakların terminolojisinde yapılmayan bir ayırım- ne denli önem verdiğini, özellikle yasaların son 20 maddesi göstermektedir. Ve bunlar, öncelikle saray ve tapınak mülkünün özel hukuksal koruma altında alındığını da ortaya koymaktadır. Ancak tek tek ailelerin iyeliğini korumaya da özen gösterildiği göze çarpmaktadır; çünkü özellikle de ev ya da aile işletmeleri, eski Babil ekonomisinin, krala vergi ve hizmet sağlamasının temelini oluşturuyordu. Küçük çiftçi işletmeleri, öncelikle de krallık topraklarını işleyenler, aktif bir durumda ve verimli kalmalıydılar. Bu nedenle, mala karşı işlenen suçlarda kullanılan ya da burada en azından gözdağı vermek amacıyla belirtilen cezalar dikkati çekecek ölçüde ağırdır. Kim “tanrının ya da sarayın malını çalarsa” -sonuçta iki durumda da kraldan bir şey çalınıyordu- öldürülecekti. Kim çalınmış malı başkasına satar ya da yalnızca saklarsa, onu yine de ölüm cezası bekliyordu; aynı biçimde çalınmış ya da yitik mala sahip olduğu ortaya konan ve bunu hakkıyla elde etmiş olduğunu -belge ve mühürle- kanıtlayamayanın cezası da ölümdü. Bir başkasına böyle bir suç yükleyen, ancak bu ağır suçlamayı tanıklarla kanıtlayamayan da idam edilecekti. Tanık göstermesi için ona altı aylık bir süre tanınıyordu.

Eğer biri bir çocuğu kaçırırsa, kölelerin kaçmasına yardım ederse ya da tellalın resmen ilan etmesine karşın kaçakları saklarsa, bu da hırsızlık sayılıyordu. Bir eve zorla giren bir suçlu, doğrudan yabancı mülke girmek için duvarda açtığı deliğin önünde öldürülecekti. Bir soygunda suçlu yakalanamazsa, soyulan şahıs uğradığı zararın miktarını tapınakta, yani tanrının huzurunda belirtecekti. Bu durumda, işlenildiği bölgedeki yerel yönetim soygundan doğan kaybı karşılayacak ya da bu sırada bir kişi ölmüşse, öldürülenin yakınlarına 1 mina gümüş (0,5 kilogram) verecekti. Nihayet bir belgede, çıkan bir yangının söndürülmesi sırasında yapılan bir hırsızlığa değinilmektedir: “Eğer bir adamın evinde yangın çıkmışsa ve söndürmeye gelen bir adam gözünü ev sahibinin malına diker ve evsahibinin malından bir şey alırsa, o adam bu ateşe atılacaktır” (Madde 25).

Hammurabi yasalarında, hırsızlık ve yataklığa ilişkin yargılarda ilk kez, zarara uğrayanın konumuna göre farklı bir ceza verilmesiyle karlılaşmaktayız. “Eğer bir adam bir sığır, koyun,eşek, domuz ya da bir manda çalmışsa ve çalınan bu mal tanrıya ya da saraya aitse, otuz katını verecektir. Ama eğer bu bir muşkenuma aitse, on katını ödeyecektir” (Madde . Burada, -yasaların öncelikle yoksullar ve güçsüzler için olduğunu överek anlatan öndeyişin tumturaklı güvencesine karşın- yalnızca malsız-mülksüzün haksızlığa uğradığı ortaya çıkmaktadır. Her şeyden önce tapınak ve sarayın malıyla, muşkenum denen kişinin malı arasında ayırım yapılmakta ve buna göre ceza verilmektedir; “devlet” malının hırsızlığı için üç kat daha yüksek bir ceza öngörülmektedir.

“Muşkenum” kavramı, sözcük olarak yaklaşık “toprakla ilgilenen” anlamına gelmektedir ve bu kavramın içeriği bilimsel tartışmalarda şiddetli anlaşmazlıklar yaratmıştır ve hâlâ tartışılmaktadır. Bu kavram daha 3. Binyılın çiviyazısı metinlerinde ortaya çıkmakta ve buna Eski Babil sonrası metinlerinde de sıklıkla değinilmektedir; bu sırada bir anlam değişikliğine uğramıştır. Fransızca “mesquin” ve İtalyanca “meschino”da (adi, süflî) bu kavramdan türemiş -yoksul bir insanın tanımı- olarak günümüze ulaşmıştır. Ancak “muşkenum” Eski Babil döneminde, özellikle de Hammurabi yasalarında ne anlama geliyordu? Başlıca iki görüş vardır: Bir görüşe göre muşkenum, “saray kulları” insanlar, saraya bağımlı kişiler, krallık topraklarında oturan ve buna karşılık hizmet yükümlülükleri olan insanlar anlamına gelmektedir; öte yandan genel olarak, hükümdarın yakın çevresine, bir “seçkinler grubuna” ait olmayan, bağımlı halk grubundan olan kişilerin bu gruptan sayılması önerilmiştir. Ancak belki de bir muşkenumdan söz ederken gerçekten “toplumsal” bir değerlendirme yapıp yapmamak gerektiği de sorulmalıdır. Hammurabi yasalarının özgürler, muşkenumlar ve köleler olarak ayrılan bir “üçlü sınıflı toplum”un belgesi olarak anlaşılamayacağını belge ve mektup materyalinin bir kez gözden geçirilmesi bile göstermektedir. Özellikle başka metinler, bir muşkenumun aynı zamanda varlıklı bir adam olabileceğini de açıkça gösterdiğinden, bu durumda “muşkenum” bir tür orta sınıf karşılığı olamaz. “İnsan”, “sayın” (avilum) ve “muşkenum” arasındaki ayırımda, en azından Hammurabi yasalarında, ilgili kişinin sarayla ilişkisi belirleyici olmuş olmalıdır. Ve eğer muşkenumun malı çalındığında daha az ödenmesi gerekiyorsa, belki de bunun nedeni, bu adamın toplum açısından daha aşağıda bulunması, “yoksul ve güçsüzler” sınıfından olması değil, onun malının sarayı kendi toprağı kadar ilgilendirmediği içindir. Başka maddeler avilumun muşkenumdan daha çok korunduğunu göstermektedir. Bu durumda, acaba birincisini bir tür “kralın adamı”, diğerini ise bu belirlemenin dışında mı görmek gerekir? Bizzat bilimde son söz söylenmeden “muşkenum” sözcüğünün herhangi bir çevirisiyle ileri sürülen yorumlardan birine bağlanmak yararlı değildir. Her ne olursa olsun Hammurabi yasaları muşkenumu avilum, “adam”, karşısında açıkça haksızlığa uğramış göstermektedir ki burada hele kölelerden hiç söz etmeyelim.

Özellikle mala karşı işlenmiş suçlara ilişkin maddeler, Hammurabi yasalarını, sınıflara ayrılmış bir toplumun ürünü olarak göstermektedir ve bu yasaların öncelikle krala bağlı malı güvence altına almaya hizmet ettikleri anlaşılmaktadır. Sonraki maddelerin ortaya koyduğu gibi, burada yaşam savaşıyla, kredi sistemi ve tefeciliğiyle, kralın yalnızca hükümdar olarak değil, aynı zamanda da doğrudan doğruya toprak ağası ve mülk sahibi olarak egemen olduğu alanda giderek artan borç köleliğiyle “bireyselleşmiş” toplumun etkilerinden bir korunma söz konusudur.

Bugün 8 ziyaretçi (101 klik) kişi burdaydı!
Reklam Alani
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol