//-->

ders-konulari

OSMANLININ SİYASİ TARİHİ

Osmanlı Siyasi Tarihi

LALE DEVRİ


Devri, 18.yy’ın ilk yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nda, Avrupa ile başlayan kültür etkileşiminin gerçekleştiği ve yenileşme hareketlerine girişildiği bir dönemdir. Lale Devri olarak anılmasının sebebi, o dönemde saray ve çevresinde Avrupa’ya özenilerek sosyal yaşantıda, mimaride ve sanatta değişimlere gidilmesi ve Lale’nin yeniliklerin sembolü olarak ön plana çıkmasıdır. 


   Lale Devri’nde yenileşme hareketlerine girişilmesinin temelinde yatan sebepler, 17.yüzyıldan itibaren gücünü fetih siyaseti ve ekonomisinden elde eden imparatorluğun, bilim ve teknik alanında güç kazanan Avrupalı devletlere karşı giriştiği savaşlarda başarılı olamaması ve onunla gelen yenilgilerle, duraklama dönemine girmesiyle başladı. Yenilgiler, Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezi yapısını etkilediği gibi, sosyal ve ekonomik yapısını da etkiledi. Bunlara bağlı olarak ülkede isyanlar başladı. Devleti eski gücüne kavuşturmak için başta sultanlar olmak üzere, birçok devlet adamı çare arayışlarına gitti. Bunlardan ilki, 17.yüzyılda tahtta bulunan sultanlardan Genç Osman (1618-1622), IV.Murad (1623-1640) ve Köprülü ailesinden olan vezirlerden geldi. Bu devlet adamlarının çözüm öngördükleri, otoriter bir yönetimle isyan hareketlerini bastırmaktı. Ancak, ülke içinde isyanların bastırılıp otoritenin sağlanması, yeterli çözüm üretememişti, çünkü, imparatorluk sınırları dışından da diğer devletlerin saldırılarına uğruyor ve birçoğuna karşı koyacak gücü de bulamayabiliyordu. İmparatorluğun sınırları da savaş alanı haline geldiğinden buralarda idari, sosyal ve ekonomik düzeni sağlamak güçleşiyordu. Bu çaresizliğe yol açan, imparatorluğun hala, merkeziyetçi yönetim ve kapalı ekonomik sistemi sürdürmesi ve böylece de değişime girmeden varlığını sürdürmeye çalışması idi. Oysa, Osmanlı İmparatorluğu’nun karşısında yer alan Avrupa devletleri, teknik ilerlemenin sağladığı avantajlarla, Osmanlı ordularına karşı başarı elde ediyor ve Osmanlı topraklarını da ele geçiriyordu. İmparatorluğu eski gücüne kavuşturmak için girişilen çabalar, sadece reformcu padişahlar ve dönemin yöneticilerine bağlı olarak disiplinli yürütüldüğü için, onlar öldükten sonra yürütülemedi. 

   Osmanlı Devletini eski gücüne kavuşturmak için ikinci tedbirler, 18.yy’da padişah III.Ahmet ve Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın, Avrupa’dan esinlenerek gerçekleştirdiği ıslahat çabalarıyla geldi. Bu çabalar, Lale Devri olarak anılan dönemde gerçekleşmiştir. Yeni bir dünya anlayışına dayanan Lale Devri, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Avusturya ve müttefikleri ile yaptıkları savaşın ardından 26 Ocak 1699’da imzalanan Karlofça Antlaşması sonrası başladı. Bu anlaşma, Osmanlı devletinin ilk toprak kaybına yol açtı. Bu kayıpların yol açtığı zayıflamayı durdurmak ve devlete eski gücünü kazandırmak amacıyla ilk bilinçli batılılaşma çabalarına başlanıldı.

   Lale Devri’nde yönetimde bulunan padişah III.Ahmet (1703-1730), önceki padişahların aksine, "kafir" diye dışlanan Avrupa devletlerinde yapılan yenilikleri merak ederek, dış teması başlatmıştı.

Osmanlı sadrazamlarından biri tarafından yabancı bir devletin elçisinin kabulü

   Bu konuda ona büyük destek veren, dönemin sadrazamı Damat İbrahim Paşa idi. Paşa, devletin 1718 Pasarofça Antlaşması ile de toprak kaybına uğramasının ardından gelebilecek sonraki kayıpları önlemek, Avrupa’nın askeri gücünün kaynağını öğrenmek amacıyla, önce Viyana’ya(1719), ardından da Paris’e(1721) bir elçi heyeti gönderdi. Heyetlerin görevi, Avrupa’da gelişmeleri sağlayan araçlardan Osmanlıda uygulanabilecek olanlarının tesbitini yapmaktı. Bu gezilerin sonucu ortaya çıkan, orduda düzenlemelerin yapılması ve matbaanın Osmanlı devletinde de kurulması idi.

  Orduda önemli düzenlemeler sonraya bırakılırken, matbaa önemle ele alınmıştı. Matbaanın kurulmasında öncülük eden, Damat İbrahim Paşa tarafından Paris’e elçi olarak gönderilmiş olan Yirmisekiz Mehmet Sait’in oğlu Sait Çelebi idi. Sait Çelebi, Paris’te gördüğü matbaadan esinlenerek Osmanlı devletinde de açılması için, Sadrazamı ikna etti. Sait Çelebi, Şeyhülislam’dan, sadece din konuları dışında Türkçe kitap basabileceklerine ilişkin alınan fetva ve padişahtan alınan özel bir fermanla sonradan bu işi önemle sürdürecek olan İbrahim Müteferrika ile birlikte 5 Temmuz 1727’de ilk Türk matbaasını kurdular. Bu matbaada, Vankulu adlı sözlük ile tarih, coğrafya ve dil konularında Türkçe kitaplar basıldı. Bunlar arasında, Fransızca Türk Grameri, Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Paris Elçiliği sırasında kaleme aldığı Sefaretnamesi, İbrahim Müteferrika’nın kaleme aldığı Tabiat Bilimi(Naturalizm) hakkında "Usul-ül Hikem" adlı kitap da vardı. 

  Aslında, Osmanlı Devleti’nde matbaa ilk kez, İspanya’dan Osmanlı Devleti’ne sığınan Yahudilerce 15.yüzyıl’da kurulmuştu. İstanbul başta olmak üzere, ülkenin çeşitli yerlerinde açılan matbaalarda Türkçe ve Arapça dışında diğer dillerde basım yapılabiliyordu. Yahudilerin dışında Ermeni ve Rum asıllı olan Osmanlılar da matbaa kurmuşlardı. Onlar bu matbaalarda, din kitabı dışında her türlü kitabı basabiliyorlardı.

   Lale Devri’nde gerçekleştirilen yenileşme hareketleri, devlete eski gücüne kazandıracak kadar etkili olamasa da, Avrupa’nın etkisi ve Avrupalıların Osmanlıdaki yenileşmelerdeki etkisini göstermesi açısından önemli örneklerdi. Bunlardan biri, Fransız David’in (Osmanlı vatandaşı olunca Gerçek adını almış) 1720’de itfaiye teşkilatını kurması idi. Bir diğer düzenleme, Gemicilik ve denizcilik teşkilatlarında yapılmıştı. Bu dönemde Avrupa ile başlıyan kültür etkileşiminin sonucu olarak mimaride ve mobilya tarzında özellikle Fransız etkisi olmuştu. Saray ve çevresinde düzenlemeler, Fransız tarzına göre yapılmıştı. 

   Lale Devri’nde yapılan yenileşme hareketlerinde özellikle yabancı elçilerin desteği de rol oynamıştı. Avrupa’dan şairler, Flandre’lı van Mour gibi ressamlar ve bilginler gelmişti. Avrupalı devletlerle elçilikleri vasıtasıyla, karşılıklı hediye alışverişi yapılmaya başlanmıştı. Avrupa’dan hediye olarak, çiçekler, çeşitli bitkiler, mobilyalar, vazolar gönderiliyordu. Ancak, bütün bu gelişmeler herşeyin yolunda gittiği anlamına gelmiyordu. Yenilikler, halk tarafından tasvip edilmiyor ve gelişen ekonomik ve sosyal sorunların sebebi olarak görülüyordu. Nitekim, 1730’da İran ile başlayan savaş, Pasarofça antlaşmasından sonra başlayan uzun bir barış döneminin sona ermesine yol açtı. İran ile girişilen savaşta yenilgiye uğranılması, zevk ve safaya dalıp halkın sorunlarını unutmakla suçlanan Padişah III.Ahmet’e karşı İstanbul’da, Patrona Halil’in önderliğinde bir ayaklanmanın olmasına yol açtı. Padişah tahttan indirildi, Sadrazam Damat İbrahim Paşa ve diğer devlet adamları öldürüldü. Bu yenileşme çabalarında en temel yanlış, eski olan herşeyi muhafaza edip, yeni düzenlemelerin yapılmasıydı. Yenilik hareketleri toplum tabanına yayılmadan, yönetici kadro ve halk desteğinden yoksun olarak yapılmıştı. Eğitim, medreselerde yürütülüyordu. Medreseler, gelişmeyi teşvik eden eğitim tarzından uzaklaşmış, pozitif bilimlerin öğretildiği merkez olmaktan uzak, yenilik hareketlerine karşı çıkan taasubun merkezi haline gelmiş ve isyanlarda öncü olmuştu. 

 

   Lale Devri’nin ardından yenileşme hareketleri, padişah I.Mahmut döneminde Matbaa Müdürü İbrahim Müteferrika’nın yardımıyla sürdürüldü. Müteferrika’nın padişaha sunduğu bir muhtırada, devletin eski gücüne kavuşmasının iyi bir yönetimle sağlanabileceği yer alıyordu. Muhtıraya göre, bu iyi yönetim de ancak, ülkenin kendisini ve komşularını iyi tanımasını sağlayacak, vilayet ve askerlik idaresinde düzenlemelere yardımcı olacak bilimsel coğrafya bilgisi ve Batıdaki teknik ve ona bağlı olarak askeri gelişmelerin ve tekniklerin örnek alınması ile mümkün olabilir ve Osmanlı devleti için yararlı olabilirdi. İbrahim Müteferrika’nın muhtırası dikkate alınmış ve gerekli düzenlemeler yapılmıştı. Bu dönemde Batıda, askeri alanda elde edilen teknik gelişmelerin Osmanlı devletindeki uygulamaları, Osmanlı devleti hizmetine girmiş Fransız Comte de Bonneval ile sürdürüldü. Humbaracı Ahmet Paşa olarak da anılan De Bonneval, Osmanlı Ordusu’nda Humbaracı Ocağı’nı Avrupa’daki sisteme göre düzenledi. 

   Osmanlı Devleti’ndeki yenilik arayışları, 1757’de tahta çıkan III. Mustafa tarafından da sürdürüldü. 

   III.Selim’in babası olan III.Mustafa döneminde, daha önceki dönemlerde Avrupalı devletlerle başlatılan siyasi temaslar sürdürüldü. Orduda ıslahat hareketlerine girişildi. Bu konuda, Macar asıllı Baron de Tott yardımcı oldu. Baron de Tott, Topçu Ocağı’nda Avrupa tarzında düzenlemer yaptı. Tophane’yi yeniden düzenletti ve denizcileri eğitmek üzere, padişahı ikna ederek 1773’de Mühendishane-i Bahri Hümayun’unu(Deniz Mühendislik Okulu) öğrenime açtırdı. Bununla da kalmayarak, 1773’de Hendesehane’nin açılmasını sağladı. Ancak, kendi işleri ellerinden alınacağı korkusuyla Yeniçeriler bütün yeniliklere karşı çıktılar ve bu okulu da kapattırdılar. Gerici güçlerin tüm çabasına karşın askerlik alanında eserler yazılmış ve batıda yayınlanan kitaplardan tercümeler yapılmıştı. Tott’tan başka, İngiliz Mustafa olarak adını değiştiren İskoçyalı Campbell de İstihkam ve Topçu kıtaalarının eğitiminde önemli görevler yaptı. 18.yüzyılda Osmanlı Devleti’nin hizmetine girmiş olan yabancıların Osmanlı Ordusu’nun modernleştirilmesinde büyük hizmetleri olmuştu. III.Mustafa döneminde, Tıp alanında Batı’daki eserlerden yararlanmak için kitaplar tercüme edildi. Astronomiye de ilgi gösteren III.Mustafa, Paris İlimler Akademisi’nden Lalende vasıtasıyla astronomi kitapları getirtmişti. Ancak, yenilikleri destekleyen padişah fallara ve büyülere inanmaktan da geri kalmadı. Örneğin, Prusya gibi küçük bir ülkenin, Avrupa’nın büyük devletler karşısında başarılı olmasını, Prusya Kralı’nın falcılarının ona verdiği bilgilerle gerçekleştiğine inanıyordu. Bu inançla, krala Giritli Resmi Ahmet Efendi’yi elçi olarak göndermiş ve ondan üç tane iyi falcı göndermesini istemişti.

Mustafa III’ün Yerköy Barış Görüşmeleri’ne gelen Rus temsilcilerinin geçeceği yollara gömülmesini istediği büyüler hakkındaki emir    Prusya Kralı Fredrick’de elçiye, "iyi bir orduya sahip olmak, barış zamanında savaşa girebilecek bir şekilde orduyu talim ettirmek ve hazineyi dolu tutmak" işte benim üç falcım bunlar demişti. Aslında III.Mustafa’nın sergilediği bu hareket, bazı Osmanlı padişahlarının ülkeyi nasıl yönettiğini, akılcı olmayan şeylerden umud beklediğini çok iyi gösteriyordu. Bu durum, Osmanlıların yenileşme hareketlerinde yaşadığı ikilemin de en iyi göstergesi idi. Avrupa, düşün alanındaki atılımlarından, teknik atılımlarına geçerken, Osmanlı padişahları öbür dünyadan umut bekliyordu. Kral Fredrick’in bu öğütleri padişah üzerinde etkili olmuştu. III.Mustafa ile 18.yüzyıl’da sürdürülen ıslahat hareketleri, İstihkam Okulu ve Mühendishane-i Bahri Hümayun açılması, Avrupa’dan kara ve deniz kuvvetleri ile kalelerin ıslah edilmesi için uzmanlar getirtilmesi ve Hendesehane’nin kurulması ile sınırlı kaldı. III.Mustafa, başlattığı yenileşme hareketlerinin devamı vasiyeti üzerine oğlu padişah III.Selim tarafından sağlanacaktı. 


   Osmanlı Devleti’nde 18.yüzyılda girişilen yenileşme hareketlerinde örnek olarak alınan, Rus Çarı Petro(Deli Petro)nun Rusya’da gerçekleştirdiği yenileşme hareketleri idi. Ancak, Rusya’da farklı olan şey, "yenilikler dine uygun değildir" bahanesiyle ayaklanarak bunları ortadan kaldıran gerici grupların olmaması idi. Çünkü, Hristiyan dinine mensup Rusya’da yapılan yenilikler, yine hristiyan Avrupa’dan alındığı için tepki çekmiyordu. Oysa, Osmanlı devletinde durum farklı idi. 

   Osmanlı Devleti’nde Avrupa’dan esinlenilerek yapılan yenilikler, hep teknik alanda oldu. Avrupa’da, teknik gelişmeyi sağlayan; kültür, sanat, edebiyat ve düşün alanındaki yenilikleri dikkate almadılar. Çünkü, Osmanlılara göre bunlar, hristiyan dünyasının kafir fikirleri idi. 18.yüzyılın padişahları, Fatih Sultan Mehmet’in Avrupa’daki kültür, sanat ve bilim alanlarındaki yenilikleri örnek alarak, ünlü bilginlere fizik ve astronomi alanında çalışmalar yaptırması gayretindeki cesareti gösterememişlerdi. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki, bütün olumsuz tepkilere rağmen Osmanlı devletinde, 18.yüzyıla kadar Avrupa’daki çalışmalardan esinlenerek, Tarih yazımı, harita yapımı konusunda çalışma yapmış Türk bilimadamları da vardı. 

   18.Yüzyıl’daki yenileşme çabaları, imparatorluğun çöküşünü engelliyemedi. Özellikle 1768-1774 Rus Savaşı’ndan sonra yapılan 1774 Kaynarca Antlaşması ile ilk kez müslümanların yoğun bulunduğu Kırım’ın kaybedilmesi ve özerk olması, Rusya’nın İstanbul’da daimi bir elçilik açarak, diğer Avrupa devletlerinin elçileri ile aynı imtiyazlara sahip olmasının kabul edilmesi, Osmanlı Devleti’nin artık zayıfladığının göstergesi idi. Bu anlaşma gereği, Kırım müslümanlarının Osmanlı Halifesine bağlı kalacakları maddesi de büyük bir yarar sağlamamıştı. Böylece 18.yüzyıl, Osmanlı devletinde bir yandan yenileşme hareketlerine, öte yandan yenilgilerle çöküşüne sahne oldu.


   18.Yüzyıl’ın son döneminde tahta çıkan III.Selim Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yenileşme hareketlerini kararlı bir şekilde sürdürdü ve Nizam-ı Cedid olarak adlandırılan yeni bir yenileşme dönemini başlattı. 
OSMANLI DEVLETİ
Anadolu(Türkiye) Selçuklularının 1308 yılında ortadan kalkmasıyla beraber, özellikle Batı Anadolu’daki beylikler arasında, Türk birliğini yeniden tesis etmeyi amaçlayan mücadeleler kızışmış idi. İşte bu mücadelelerin neticesinde Anadolu’da Osmanoğullarının yıldızı parlayacak ve altı yüz yılı aşan muhteşem bir Türk devletine tarih tanıklık edecektir.
Osmanoğullarının Menşe’i: 
Tarihi kaynaklara göre Osmanlı devletini kuranlar, Oğuzların 24 boyundan biri olan  Kayı boyuna mensuptur. Oğuz an’anesine göre Kayılar, sağ kolda yer alan Boz-okların Günhan kolunun en büyük boyudur.  Dolayısıyla Oğuz teşkilât yapısında Kayılar, hakim unsurdur. Bundan dolayı Dede Korkut’ta "hâkimiyet bir gün Kayı’ya değe; bu dediğim Osman neslidir" denilerek Osmanoğullarının hâkimiyeti meşrulaştırılır.

 
Kayılar, Malazgirt Savaşı’nın hemen akabinde Anadolu’ya gelen Oğuz boylarındandır. Dolayısıyla onların Anadolu coğrafyası içerisinde yurt tutmaya yönelik göç hareketleri hem Anadolu’nun Türkleşmesi hem de Türkiye tarihinin şekillenmesi bakımından oldukça önemlidir. Tarihî kaynaklara göre elli bin kadar Tatar ve Türkmen gaza ve cihat maksadıyla önce Erzurum ve Erzincan’a, ardından da Artuklu sahasında yer alan Güneydoğu Anadolu’ya yönelmişlerdi.  Kayı boyunun beyi Süleyman Şah, Halep’e giderken Fırat’ta boğulmuş ve "Türk Mezarı" da denilen Caber Kalesi’nde defnedilmiştir. Beylerini kaybeden "göçer evli"lerin bir kısmı, bugünkü Urfa-Viranşehir ve Mardin-Derik kazaları arasında bulunan Beriyye’ye gitmiş bir kısmı ise Anadolu’ya dağılmıştır. Bu sahalar, Kayı boyuna mensup Karakeçililer’in günümüzde de yoğun olarak yaşadıkları bölgelerdir.
Babasının ölümü üzerine dört yüz kadar göçer evli ile bölgeyi terk eden Ertuğrul Gazi önce Pasin Ovası’na, Sürmeliçukuru’na varıp bir müddet burada kalmış, sonra Selçuklu Hükümdarı Sultan Alaaddin’in çağrısı üzerine Adıyaman ve ardından Ankara civarına gelmiştir.  Yaklaşan Moğol tehlikesi ve uçları basan Bizans’a karşı yardımını gördüğü Ertuğrul Gazi liderliğindeki  Kayıları Ankara civarındaki Karacadağ’a konduran Sultan Alaaddin, Rumlara karşı Sultanönü (Eskişehir)’nde  kazanılan zaferde, ordusunun akıncılığını üstlenen Ertuğrul Gazi’ye  Söğüt, Domaniç ve Ermeni Beli’ni yaylak ve kışlak olarak tahsis etmiştir. Ertuğrul Gazi’nin  vefatı üzerine (1281 veya 1288), küçük oğlu Osman Bey, Kayıların başına geçmiştir.

 
1-Kuruluş Devri:
a- Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu: 
Osman Bey, Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla başa geçtikten sonra, siyasî ve dinî bakımdan Anadolu’nun en itibarlı ve nüfuzlu tarikatlerinden Ahilerin mühim bir şahsiyeti olan Şeyh Edebali’nin kızı ile evlenerek, gücünü artırmış idi. Bundan sonra Osman Gazi, Bizans’a karşı genişleme politikasını uygulayarak, İnegöl, Karacahisar ve Yarhisar’ı ele geçirdi ve bölgenin mühim merkezlerinden olan Bilecik’i alarak, burayı beyliğin merkezi yaptı (1299). Bu  tarih devletin kuruluş tarihi olarak kabul edilir. Selçuklu Sultanı III. Alaaddin Keykubad’ın İlhanlı Hükümdarı Gazan Han’ın kuvvetleri tarafından tutulup, İran’a götürülmesi üzerine Selçuklu ümerasından bazıları ve bölgedeki Türkmen beyleri Osman Bey’e teveccüh göstermiş; Oğuz an’anesine göre onun hâkimiyetini tanımayı kabul etmişlerdir. Nitekim Oğuz beyleri Oğuz Han  töresine göre tertip edilen bir törende Osman Bey’in önünde diz çökerek, onun verdiği kımızı içmek suretiyle tâbiyetlerini sunmuşlardır. Ancak henüz küçük bir beylik durumundaki Osmanoğullarının, şeklen de olsa bu dönemde, İlhanlı hâkimiyetini tanıdıkları bilinmektedir.  Osman Gazi, beyliğini ilân ettikten sonra idaresi altındaki  bölgeleri  beş kısma ayırarak buraları güvendiği ve savaşlarda yararlık gösteren kimselere tevcih etti. Oğlu Orhan’a Sultanönü, büyük kardeşi Gündüz Bey’e Eskişehir’i,  Aykut Alp’e İn-önü’yü, Hasan Alp’e Yarhisar’ı ve Turgut Alp’e de İnegöl’ü verdi. Diğer oğlu Alaaddin’e ise şeyh Edebali’nin emin ve nazırlığında, ailenin geçimi için,  Bilecik ve havalisinin gelirleri tahsis edildi.1302’de Bursa tekfurunun liderliğinde birleşen Rum tekfurlarının Koyunhisar (Bafeon) savaşında ağır bir mağlûbiyet tatmaları, Osman Bey’in Bursa ve Kocaeli taraflarına akınlar yapmasını oldukça kolaylaştırmıştı. Bir taraftan Bursa öte taraftan İznik Türk kuşatması altında tutuluyordu. Ancak yaşlılık sebebiyle Osman Bey, fetihler için oğlu Orhan’ı görevlendirmişti. Nitekim 1324 yılında Osman Bey vefat etti ve oğlu Orhan Bey Osmanlı tahtına çıktı.


 Orhan Bey, 1326 yılında Bursa’yı, uzun süren kuşatmanın ardından, ele geçirince babasının vasiyetini yerine getirerek, Osman Gazi’nin naaşını Bursa’ya nakletti ve burayı devletin yeni merkezi yaptı. Orhan Bey’in komutanlarından Akçakoca ve Karamürsel ise İstanbul kıyılarına kadar akınlarda bulunuyorlardı. Bu fetih ve akınlardan telâşlanan Bizans İmparatoru Andranikos büyük bir ordunun başında Osmanlılara karşı harekete geçtiyse de Maltepe (Palekanon) Savaşı’nda ağır bir yenilgi aldı (1329). Bu zafer, İznik ve İzmit’in ele geçirilmesini kolaylaştırmıştır. 


b- Rumeliye Geçiş; 
Karasi Beyliğinde başlayan taht mücadelelerinden istifade eden Orhan Bey, Balıkesir ve civarını topraklarına katarak, ileride gerçekleşecek olan Rumeli fetihleri için mühim bir mevkiye sahip olmuştur. Nitekim Karasi Beyliğinin deniz gücü ve Hacı İl Bey, Evrenos Bey gibi değerli komutanlar artık Osmanlıların emrine girmişlerdir. Bizans içindeki taht kavgaları ve Bulgar-Sırp saldırıları karşısında, gittikçe güçlenen Osmaoğullarından yardım isteyen Kantakuzen’in talebi üzerine Orhan Bey’in oğlu Süleyman, bir orduyla Rumeli’ye geçti (1345). Edirne’yi kuşatan Bulgar-Sırp kuvvetlerini bozan Süleyman Paşa bu zaferin karşılığında Gelibolu’daki Çimpe Kalesi’ni Bizans’tan aldı. Böylece Osmanlılar ilk kez Rumeli yakasında bir üs elde etmiş oluyordu (1356). Süleyman paşa Gelibolu’nun ardından Tekirdağ’a kadar olan bölgeleri de ele geçirerek buralara Anadolu’dan getirilen Türkmenleri yerleştirdi. 


Böylece Rumeli’de de Türkleşme hareketi başlamıştır. Süleyman Paşa’nın ölümünden sonra Rumeli’deki fetihler için kardeşi Murat Bey görevlendirildi (1359). Ancak 1362’de babası Orhan Bey’in de ölümü üzerine Murat Bey, Bursa’ya döndü ve Osmanlıların 3. hükümdarı olarak tahta çıktı (1362).


c- Rumeli ve Balkanlarda Fetihler;
I.Murat (Hüdavendigar)   önce tahtta hak iddia eden kardeşlerini bertaraf etmekle işe başladı ve bu arada elden çıkan Ankara’yı yeniden aldı. Anadolu’da birliğin sağlanmasının ardından Murat Hüdavendigar, inkitaya uğrayan Rumeli ve Balkanların fethine yöneldi. Bu sırada Balkanlar karşıklık içindeydi. Bir taraftan Sırp Hükümdarı Düşan’ın ölümü ile Sırplar arasında iç mücadeleler şiddetlenmiş, öte yandan Macar Kralı Layoş, Balkanlarda Ortadokslara olan baskıları artırmıştı. Evrenos ve Hacı İl Bey komutasındaki kuvvetler bu durumdan da yararlanarak Keşan’dan Dimetoka’ya kadar olan yerleri fazla bir mukavemet görmeden ele geçirmişlerdi. Sazlıdere Zaferi ile Edirne ve Filibe, Lala Şahin Paşa tarafından fethedildi (1363/4). Bu savaşlarda Bulgarların yanında yer alan Bizans barış yapmak zorunda kaldı. Türk ilerleyişini durdurmak isteyen Macar, Bulgar,Sırp ve Ulahlardan müteşekkil bir Haçlı ordusu Macar Kralı Layoş’un liderliğinde Edirne üzerine yürüdü. Ancak Meriç sahilindeki Sırp Sındığı denilen mevkiide, kalabalık Haçlı ordusunu hazırlıksız yakalayan 10 bin kişilik kuvvetiyle Hacı İl Bey, büyük bir bozguna uğrattı (1364).  Sırp Sındığı zaferiyle Osmanlılar, Balkanlardaki fetihlerine hız verdiler ve bunu kolaylaştıracağı için Osmanlı başkenti Bursa’dan Edirne’ye nakledildi. Fetihler karşısında çaresiz kalan Bulgarlar Türk himayesini kabul etmek zorunda kaldılar (1369). Çirmen Zaferi ile (1372) Batı Trakya ve Makedonya’nın bir kısmı Osmanlı hâkimiyetine girdi ve Selanik ile Köstendil’in de ele geçirilmesinin ardından Sırp Kralı Lazar, vergi verip, gerektiğinde asker göndermek şartıyla Osmanlılarla barış anlaşması imzaladı(1374). 


Yaklaşık on yıl süren mücadelede, Rumeli ve Balkanlarda fethedilen bölgelere Anadolu’dan mütemadiyen Türk nüfus kaydırılarak bölgede demografik dengeler Osmanlılar lehine değiştirilmeye başlanmıştı. Bu tarihten sonra bir müddet Balkanlardaki fetihlere ara verilmiş ve Anadolu’da Türk birliğini sağlamlaştırmaya yönelik düzenlemelere geçilmiştir. Bu maksatla I. Murat, oğlu Bâyezid’i Germiyan beyinin kızı ile evlendirmiş; Tavşanlı, Emet ve Simav gelinin çeyizi olarak Osmanlılara verilmiştir. Aynı şekilde Akşehir, Yalvaç, Beyşehri gibi bazı şehir ve kasabalar Hamidoğulları’ndan para karşılığı satın alınmış, Candaroğullar da Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Artık Osmanlıların karşısında tek bir güç kalmıştı; Karamanoğulları.


Alaaddin Ali Bey, Osmanlıların yeniden Balkanlara yönelmesini de fırsat bilerek, harekete geçmiş ancak I. Mura
t Konya önlerinde Karamanoğullarını yendiğinde Karaman beyi af dilemek zorunda kalmıştır(1387) Murat Hüdavendigar’ın yeniden Rumeli’ye yönelmesiyle birlikte Niş ve Sofya da dahil olmak üzere bütün Bulgaristan fethedildi.(1385/88). Timurtaş Paşa’nın Sırp kuvvetleri tarafından baskına uğratılıp, yenilmesi üzerine cesaretlenen Bulgar, Leh, Çek ve Macar kralları da Sırpların yanında yer aldılar. Fakat  Çandarlı Ali Paşa, Bulgar Kralı Şişman’ı esir alarak Bulgarları bu ittifakın dışına attı. Buna rağmen Haçlı ordusu ilerleyişini sürdürünce, I. Murat ordusunun başına geçerek düşmanı Kosova’da karşıladı. I.Murat’ın oğulları Bâyezid ve Yakup’un da yer aldığı Osmanlı birlikleri büyük bir zafer kAzandı. Sırp Kralı Lazar ve oğlu esir edilmiş, düşman kuvvetlerinin büyük bir kısmı imha olmuştu. (20 haziran 1389). Fakat I.Murat savaş meydanını gezerken bir Sırp tarafından hançerlenerek şehit düştü. Bunun üzerine Sırp kralı da Osmanlı askerleri tarafından öldürüldü. Osmanlılar için Balkanlarda tutunabilmek yolunda ölüm kalım savaşı olarak görülen I.Kosova Zaferi Sırplar tarafından asla unutulmamıştır. Günümüzde dahi masum Müslüman halka yönelik vahşetin arkasında bu mağlûbiyetin ezikliği ve intikam hissi yatmaktadır.

 
d- Anadolu’da Türk Birliği’nin Sağlanması; 
I. Murat’ın şehit edilmesinin ardından oğlu Bâyezid, devlet adamlarının ittifakıyla hükümdar ilân edildi. Babasının ölümünü fırsat bilen Anadolu’daki beyliklerin Osmanlılar’a bıraktığı toprakları yeniden ele geçirmek maksadıyla harekete geçtiklerini haber alan Bâyezid, süratle Anadolu’ya döndü. 1390 yılında Germiyan, Aydın, Menteşe ve Saruhan beylikleri ortadan kaldırıldı. Ertesi yıl Hamidoğulları Beyliği toprakları ele geçirildi ve bu beyliklerin yer aldığı topraklarda Anadolu beylerbeyliği adıyla idarî bir ünite oluşturuldu. Ardından Osmanlıların en önemli rakip olarak gördüğü Karaman Beyliğine yönelen Yıldırım Bâyezid, Konya’yı kuşattı. Alaaddin Ali Bey’in barış talebi, Beyşehir ve çevresinin Osmanlılara bırakılmasıyla kabul edildi.(1391). Fakat Yıldırım Bâyezid’in Mora ile ilgilenmesini fırsat bilerek  Ankara Sancak Beyi Sarı Timurtaş Paşa’yı esir alması üzerine, Yıldırım Bâyezid, Alaaddin Bey’e kesin bir darbe vurmaya karar verdi. Anadolu’ya geçen Yıldırım, üç gün süren savaşın ardından ele geçirilen Alaaddin Bey’i ortadan kaldırdı ve toprakları Osmanlılara ülkesine dahil edildi(1397).  


Karamanoğlu tehlikesinin bertaraf edilmesiyle, Anadolu’da Osmanlılara direnebilecek en güçlü devlet olarak Kadı Burhaneddin devleti kalmış idi. Daha 1392 yılında, Kadı Burhaneddin’in müttefiki durumundaki Candaroğlu Süleyman anî bir baskınla öldürülüp  beyliğin Kastamonu şubesi ortadan kaldırılmıştı (1392). Ardından, ertesi yıl Amasya ve Merzifon civarı Osmanlı hâkimiyetine alınmıştı. Kadı Burhaneddin’in 1398’de Kara Yülük tarafından öldürülmesi üzerine, ona bağlı Sivas, Tokat, Kayseri, Malatya gibi şehirler birer birer ele geçirildi. Böylece Fırat’ın batısında kalan Anadolu toprakları Osmanlı sancağı altında birleştirilmiş oluyordu.  Yıldırım Bâyezid’in İstanbul Kuşatması ve Balkanlardaki Fetihleri. Yıldırım Bâyezid’in Karaman seferine anlaşma gereği katılan Bizans İmparatoru V.Yuannis’in oğlu Manuel’in, babasının ölümü üzerine anlaşmayı çiğneyerek İstanbul’a kaçması sebebiyle Yıldırım, İstanbul’u kuşatmaya karar verdi. 1391’de başlayan ilk muhasara 1396 yılına kadar sürdürüldü. Bu maksatla İstanbul Boğazı’nda Anadolu Hisarı inşa edildi. Şehre dış yardımların gelmesini önlemeyi ve iaşe zorluğu altında savunmayı kırmayı hedefleyen bu muhasara Timur’un Anadolu’ya ulaşmasına kadar fasılalarla devam ettirilmiştir. Bu kuşatma sürerken bir yandan da Yıldırım, Bulgaristan, Arnavutluk ve Bosna taraflarında fetih hareketlerine devam etmekteydi. Kuşatma altındaki Bizans’ın da talebi ile Türklere karşı yeni bir Haçlı ittifakı oluşturan Macar Kralı Sigismund, İngiltere dahil bütün Avrupa devletlerinden topladığı 120 bin kişilik bir orduyla harekete geçti. Yıldırım Bâyezid düşmanı şaşırtan bir hızla Niğbolu Ovası’nda düşmanı karşıladı. 50-60 bin kişilik Osmanlı ordusu, sayıca çok üstün olan Haçlı ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Savaş meydanından kurtulabilenler, kaçarken Tuna’da boğuldular.(1396) Haçlılardan geriye sadece muazzam bir ganimet kalmıştı. Bu ganimetle, Edirne ve Bursa’da pek çok cami, medrese ve imaret inşa edilmiştir. Zaferin ardından, Eflâk, Bosna, Macaristan ve Mora üzerine seferler düzenlendi. İtibarı bu zaferle bir kat daha artan Yıldırım, Niğbolu dönüşünde Anadolu birliğini kurmaya yönelik nihaî adımları atmaya başlayacaktır.


2-Fatih ve Cihan Devleti’nin Doğuşu:
İstanbul’un Fethi: 
II. Mehmet, babasının ölümü üzerine ikinci kez Osmanlı tahtına oturduğunda, devletin ortasında bir şer adacığı hâlinde kalmış köhne Bizans’ı ortadan kaldırmayı öncelikle hedef olarak belirlemişti. Böylelikle Osmanlı devleti tam bir cihan devleti haline gelebilecekti. Hedefini gerçekleştirmek için ilkin Sırbistan ve Eflâk ile anlaşma imzalayan Fatih, Karamanoğlu tehlikesini de geçici de olsa bertaraf etti. Bizans’a ulaşabilecek muhtemel yardımı önlemek için Boğaz’ın Avrupa yakasına Rumeli Hisar’ını  yaptırarak kuşatma hazırlıklarını tamamladı. Nihayet kuşatılan İstanbul’a karşı 6 Nisan 1453’te kara ve denizden saldırı başlatıldı. II. Mehmet, Edirne’de döktürdüğü çağının en güçlü toplarıyla İstanbul surlarını karadan sarsarken 18 Nisan’da donanma bütün İstanbul adalarını ele geçiriyordu.

 
Fakat,  Haliç’in zincirle kapatılması sebebiyle kara ve deniz birlikleri müşterek bir harekâta geçemiyor ve bu durum da kuşatmanın başarısına gölge düşürüyordu. Nihayet 22 Nisan’da Osmanlı donanmasının karadan Haliç’e indirilmesi gibi müthiş bir plânın gerçekleştirilmesi, kuşatmanın seyrini değiştirmeye başlamıştı.  Seksen parçalık donanmayı bir anda karşılarında gören Bizans’ın direnme gücü artık kırılmıştı. 29 Mayıs 1453’teki nihaî harekâtla İstanbul fethedildiğinde, II. Mehmet, Peygamberimizin müjdesine mazhar oluyor ve "feth-i mübin" ile "Fatih"lik şerefini elde ediyordu.Bizans’ın ortadan kaldırılması hem Türk tarihi hem de dünya tarihi açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu fetihle Osmanlı Devleti, artık tam bir cihan devleti hâline gelmiş, İslâm dünyası ve Avrupa içinde büyük bir prestij ve güç kazanmıştır. Avrupa için bu fetih çağ açıp, çağ kapayan bir fetihtir.  Katolik Avrupa’nın, Ortadoks dünyasıyla bütünleşme çabaları, İstanbul’un fethiyle önlenmiş, aksine Balkanları da tamamen ele geçirmek suretiyle Fatih, kısa zamanda  Ortadoksları himayesi altına almıştır. Nitekim Papa V.Nikola’nın Türklere karşı harekete geçilmesi fikri pek taraftar bulamamış, aksine, Ege adalarındaki halk, Balkanlardaki bazı despotluklar ve prensler Fatih’i İstanbul’un fethinden dolayı kutlayan mektuplar yazmışlardır.  Papa’nın isteğine sadece Almanya, Napoli ve Venedik olumlu cevap vermiş fakat onlar da kendilerinden ziyade Sırp, Macar ve Arnavutları kışkırtarak sonuç almaya çalışmışlardır.


1- Fatih’in Batı Politikaları: 
a- Sırbistan Seferleri;  İstanbul’un fethinden sonra Osmanlılara bağlılığını bildiren ve ele geçirdiği bazı kaleleri geri veren Sırplar Macarlar ile iş birliği yaparak yeniden düşmanlıklarını göstermeye başlamışlardı. Bunun üzerine 1454-1457 arasında üç kez peşpeşe Sırbistan’a sefer düzenlendi. Belgrat dışındaki bütün Sırp toprakları ele geçirildi. Sırp Kralı Bronkoviç’in ölümüyle başlayan taht mücadelelerinden faydalanan Osmanlılar, Sırpları vergiye bağladılar. Taht kavgalarının yeniden alevlenmesi üzerine, Mora seferinde bulunan Fatih, Sırp meselesine  son verilmesini emretti. Mahmut Paşa, 1459’da başkentleri Semendire’yi ele geçirilerek  Semendire Sancakbeyliğini oluşturdu. Böylece Sırbistan’da 350 yıl sürecek Osmanlı hâkimiyeti başlamış oluyordu. 

 
b- Arnavutluk Seferleri; 
Papalık ve Napoli krallığının desteği ve kışkırtmasıyla harekete geçen Arnavutluk hâkimi İskender Bey, vurkaç taktiği ile Osmanlı kuvvetlerine baskınlar düzenlemekteydi. Bunun üzerine Fatih, bizzat sefere çıkmaya karar verdi. 1465 yılında gerçekleşen I.seferde, İlbasan Kalesi’ni yaptırıp, içine asker yerleştiren Fatih, Balaban Paşa’yı bölge için görevlendirerek, geri döndü. Ancak, Papa ve diğer devletlerden aldığı kuvvetlerle Türklere saldıran İskender Bey, Balaban Paşa’yı şehit etti ve İlbasan kalesi’ni kuşattı. Bunun üzerine Fatih II. Arnavutluk Seferi’ne çıktı (1467). Ele geçirilen topraklarda yeni garnizonlar oluşturuldu. Bu sırada İskender Bey ölmüş ve yerine oğlu Jean geçmişti. Arnavutlukta başlayan kargaşa sebebiyle Fatih 3. kez Arnavutluk seferini başlattı. Arnavutların elinde kalmış olan Kroya ve İşkodra kuşatıldı. Nihayet 1479’da Arnavutluk da bir Osmanlı vilayeti haline gelmiş oluyordu.
c- Mora Seferleri;

İstanbul’un fethinden sonra Bizans İmparatoru XII. Konstantin’in oğulları, rakipleri Kantakuzen ailesine karşı Mora’da, Osmanlıların yardımını istemişlerdi. Turahanoğlu Ömer Bey, akıncıları ile duruma müdahale etti ve muhalifler bertaraf edildi. Fakat bu sefer iki kardeş arasında mücadele başlamıştı. Bölge ülkelerinin Mora’yı istilâ niyetlerini bilen Fatih 1458’de harekete geçti. Korent’i ele geçiren Fatih, Mora’nın bir kısmını merkeze bağlayarak, burada bir sancak oluşturdu. Atina ve diğer bölgeler ise Osmanlı yönetimini kabul etti. Kardeşi Dimitrios’a karşı Arnavutların desteğini alan Tomas’ın Osmanlılarla yapılan anlaşmayı bozması üzerine 2.kez Mora’ya sefer düzenlendi. Tomas, Papa’nın yanına kaçmak zorunda kaldı. Bölgeye çok sayıda Türk yerleştirildi. Venedikliler bölge halkını Osmanlılara karşı ayaklandırmaya çalışıyorlardı. Ancak bunda başarı kazanamayan Venedik, Osmanlı kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı (1465).

Bugün 117 ziyaretçi (132 klik) kişi burdaydı!
Reklam Alani
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol